3 Mart 2017 Cuma

ALBAYIN ÖLÜMÜ

                      Siz hiç öldünüz mü? Ben birkaç kez öldüm. Hem de kendi kendimi öldürdüm. Gözümün yaşına bakmadan, acımasızca öldürdüm kendimi. Çaresiz kaldım, öldürdüm; ümitsiz kaldım, öldürdüm; sevdim, öldürdüm; sevilmedim, öldürdüm. Etrafımda hiç kimse kalmayınca anladım öldüğümü. Mezar taşı gibi sessiz ve hüzünlüydü duruşum. Sanki, bir kefene sarılmış bırakılmıştım dünyanın orta yerine. Ziyaretime gelen yoktu. Ara ara telefon edip sağlığımın sıhhatimin durumunu soran son kişiyi de bu sabah koydum toprağın altına. Evet, onu da ben öldürdüm. Aziz’le albaylıktan emekli olmadan bir yıl önce tanışmıştım. Köyünden ilk kez askere diye çıkmış, saf bir Anadolu delikanlısıydı. Uzun boylu, yapılı yaman biriydi. Ondaki hüsnüniyeti gördüm de emir erim yaptım onu. Bir yıl sonra emekli olacağım gün yanıma gelip:
           ­­- ‘’Komutanım! Siz gidince beni sınır karakoluna göndereceklermiş. Korku yok içimde ama, geride bir annem var. Bana bir şey olursa ne yapar o?’’ demişti.
          O zamanlar sınır karışıktı. Şehir merkezlerindeki kargaşa sınırlara taşmıştı. Bir askerimin sınıra gönderilmesinin önüne geçebilecek gücüm vardı. Ama böyle bir şey yapmamın sınırdaki diğer askerlere haksızlık oluşturacağını düşünerek ona üstü kapalı bu isteğini yerine getiremeyeceğimi söyledim. Daha sonra, ben emekli oldum. Aziz de sınır köylerinden birine gönderildi.
        Hayatım boyunca huysuz bir insan oldum. Mutlu olmayı hiçbir zaman başaramadım. İçinde bulunduğum durum bir girdaptı. Bazen, beni bu çukurdan kurtarmak isteyenler çıkıyordu. Onların el uzatmasıyla bu ruhsal çöküntünün önüne geçmeye çalışıyordum. Fakat çabalarım ancak benim bu bataklığa daha çok batmama sebep oluyordu. Bir zaman sonra bana el uzatmaya çalışanları hoşgörüsüz ve gaddarca reddetmekten çekinmez hale geldim. Bu nedenle, etrafımda kimse kalmadı. Tüm arkadaşlarım beni terk etti. Hep benim aksi bir insan olmamdan şikayetçi oldular, onlar şikayet ettikçe de ben neden böyleyim diye düşünmekten her an ölüm acıları çekiyor, her an kendimi öldürüyordum. Fakat ne yaparsam yapayım aksiliğimin önüne geçemiyor, bu ruh halinden sıyrılamıyor, arkadaşlarımı kaybetmenin hüznüyle hayatıma devam ediyordum. Hüzünleniyor, hüzünlendikçe daha da hüzünleniyor daha da sinirleniyordum. Hayat bir kısır döngüye girmişti. Psikolog yardımı almamı tavsiye edenler oldu.  Bipolar olabileceğim üzerine yoğunlaşıyorlardı fakat bunu söyleyenlere şiddetle karşı çıkıyordum. Hayatta hiçbir şeyden zevk almıyor, hiçbir şeye ilgi duymuyor, hiçbir şeyi düşünmek dahi istemiyordum. Aslında bipolardım. Hayır, değildim. Tam olarak da buydu işte bipolar bozukluk. Kısaca duygusal dengesizlik.
           Emekli olduğum günden bu yana yirmi sene geçti. O günden bu yana Aziz’le irtibatımız hiç kesilmedi. Ben bu süreçte önce kendimi sonra tüm varlığım olan eşimi ve çocuklarımı ve daha sonra tekrar kendimi öldürdüm. Çekilmez bir insandım. Hatta insan mıydım ona bile şu an verebileceğim net bir cevabım yok. Harp okulu yıllarımla beraber otuz dokuz yıl orduda görev yaptım. Otuz dokuz yıldan bana kalan tek dost Aziz’di. Hiç kimse beni sevmezdi. Yüzümün sirke satmasına alışsalar da ettiğim hakaretlere, aşağılamalara dayanamıyordu kimse. Her gün sinirli ve mutsuzdum. Fakat, bunun sebebini ben bile bilmiyordum. Mutsuzluk artık benim karakterim olmuş, adeta benimle bütünleşmişti. Bir zaman sonra neden mutsuz ve sinirli olduğumu düşünmeyi bıraktım. Sabah kalkmamla mutsuz bir gün başlıyordu benim için. Akşam yatmadan önce de kendimi öldürüyordum. Her geçen gün yaşlanıyordum ve zamanla vücudumda sancılı hastalıklar nüksetmeye başlamıştı. Ben de sağlık durumumu bahane ederek emekliye ayrıldım. Amiri olduğum karakolda hiç kimse ordudan ayrıldığıma üzülmedi. Hatta, daha sonra aldığım haberlere göre arkamdan kutlama yapanlar bile olmuş. Emekliye ayrıldığım gün odama gelip benimle vedalaşan, helallik isteyen, beni özleyeceğini söyleyen, iyi niyetlerde bulunan, tek elveda diyen Aziz’di.
         Emekli olduktan üç yıl sonra eşimi ve çocuklarımı trafik kazasında kaybettim. Çok acı değil mi? Daha acı olan bir şey var. Ne kadar huysuz birisi olsam da hayattaki en büyük şansım olarak gördüğüm eşimin ve bana en büyük hediyesi olan iki çocuğumun isteklerini asla reddedemezdim. Birçok kez bu sancılı zamanlara daha fazla dayanamayacağımı düşünmüş, intihar denemelerinde bulunmuştum. Albaylık zamanlarımdan kalma bir beylik tabancam vardı. İşlemeli kabzasıyla parlak kahverengi güzel bir tabancaydı. Haftada bir kez temizlemek için dedemin ceviz ağacından yapıp bana hediye ettiği sandıktan çıkartır ve her çıkarttığımda temizledikten sonra kafama sıkmayı ve bu çekilmez hayatı sonlandırmayı düşünüyordum. Fakat, her seferinde tetikte çocuklarımın ve eşimin tenini hisseder son hamleyi yapamazdım. Ailem benim en değerli varlığımdı. Emekli olduğum zaman devletim uzun yıllar orduya hizmet etmem hasebiyle verdiği emekli ikramiyesiyle çocuklarımın isteği üzerine bir sahil kasabasında müstakil bir yazlık almıştım. Eşim bu kasabayı çok seviyordu. Yaz geldiğinde buraya gider üç ay gelmezdik. Deniz ailemizin önüne serilir, kasabanın temiz havası saadetimizi tetiklerdi. Her yıl haziranın ilk haftası giderdik yazlığa.  O yaz çocukların okulu erken bitmişti. Mayısın on beşi henüz gelmişti. Fakat eşim o sene yazlığa erken gitmemiz konusunda ısrarcı olmuştu. Eşimin ısrarlarına dayanamayıp ailecek yola çıktık. Arabayı ben kullanıyordum. Yolda incir çekirdeği bir meseleden sinirlerime hakim olamamıştım. Keskin bir viraj çıkmıştı önüme. Ne olduğunu anlayamadan kendimi içinden dumanlar yükselen hurda yığınının içinde buldum.  O hurda yığınından sadece ben sağ çıktım. Evet, eşimi ve çocuklarımı ben öldürdüm. Ama o güne kadar kendini defalarca kez öldüren ben ilk kez ölümden kurtulmuştum. Fakat, o kazadan sonra yaşadığım acılar keşke ben de ölseydim dedirtecek cinstendi. Çünkü, bir kez ölümden kurtulmuştum ama çocuklarımın sesini duymadığım ve yatağıma yattığımda sağ tarafımı boş bulduğum her gün benim için ölümdü. Her akşam saat sekizde Aziz arar halimi hatrımı sorardı. O zamanlar o Kayseri’deydi ben ise İstanbul’da müstakil bir ev tutmuştum. Yılda bir ziyaretime gelir birkaç gün misafirim olduktan sonra geri dönerdi. Hatta son iki yıldır fırsat bulup gelememiş ona rağmen telefonla aramayı ihmal etmemişti.
          Emekli olduğumdan bu yana yıllar geçmişti. Ordunun disipliner düzeninden tamamen sıyrılmış, askeri üniformalar içine sakladığım hatıralarımı bile naftalin kokusuna emanet etmiştim. Hafızam git gide zayıflamış, sakal tıraşını eksik etmediğim otuz dokuz yıllık serüveni bile bazen unutur hale gelmiştim. Huysuzluğumun eşyalara sindiği müstakil evimde domates, biber yetiştiriyor kendimi can sıkıntısından kurtarmak için yavru kedilere bakıyor, onlarla muhabbet ediyordum. Gün içerisinde askeri hayatımın aklıma geldiği tek an Aziz’in telefonunu açtığımda ‘Merhaba albayım!’ sözünü işittiğim andı. Yine bir gün, daha önceki her gün gibi bahçede yetiştirdiğim sebzelerden biraz toplamış mutfağa doğru yönelecekken telefonun sesini duydum içerden. Saate baktım sekizdi. Belli, Aziz arıyordu. Açtım telefonu, Aziz değildi. Hastahaneden arıyordu arayan, ama arayan kadının sesi iyi gelmiyordu. İyi şeyler olmadığını anlamıştım. Fakat, benim kimsem yoktu ki! Yanlış numara olmasından ümitlenerek arayan kadına ‘Buyurun kimi aramıştınız?’ dedim.
           Aziz öldü. İki yıldır yanıma gelemediği için işinden izin alıp ailesiyle beraber benim ziyaretime gelirken kaza geçirmiş. Ailesinden sadece arka koltukta oynayan üç yaşındaki kızı Ayla kurtulabilmiş. Güzellikleri görmeyip, şükürsüz yaşadığım bir hayat benim hayata tutunduğum son dalı da kırmıştı. İsyanlarla dolu hayatımda kederim beni her gün öldürmüş, sinirle çıktığım yolda kontrolünü sağlayamadığım araba eşime ve çocuklarıma mezar olmuş, hastalıklı tavırlarımdan dolayı beni yalnız bırakamayan Aziz ise bana gelirken arkasında üç yaşında bir yetim bırakarak bu dünyadan göçüp gitmişti. Bense sahip olduğum güzelliklerin farkına varmış ve dünyayı anlamıştım fakat yaşım yetmiş beşti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Blogda Ara