Siz hiç
öldünüz mü? Ben birkaç kez öldüm. Hem de kendi kendimi öldürdüm. Gözümün yaşına
bakmadan, acımasızca öldürdüm kendimi. Çaresiz kaldım, öldürdüm; ümitsiz
kaldım, öldürdüm; sevdim, öldürdüm; sevilmedim, öldürdüm. Etrafımda hiç kimse kalmayınca
anladım öldüğümü. Mezar taşı gibi sessiz ve hüzünlüydü duruşum. Sanki, bir
kefene sarılmış bırakılmıştım dünyanın orta yerine. Ziyaretime gelen yoktu. Ara
ara telefon edip sağlığımın sıhhatimin durumunu soran son kişiyi de bu sabah
koydum toprağın altına. Evet, onu da ben öldürdüm. Aziz’le albaylıktan emekli
olmadan bir yıl önce tanışmıştım. Köyünden ilk kez askere diye çıkmış, saf bir
Anadolu delikanlısıydı. Uzun boylu, yapılı yaman biriydi. Ondaki hüsnüniyeti
gördüm de emir erim yaptım onu. Bir yıl sonra emekli olacağım gün yanıma gelip:
- ‘’Komutanım!
Siz gidince beni sınır karakoluna göndereceklermiş. Korku yok içimde ama, geride
bir annem var. Bana bir şey olursa ne yapar o?’’ demişti.
O zamanlar
sınır karışıktı. Şehir merkezlerindeki kargaşa sınırlara taşmıştı. Bir
askerimin sınıra gönderilmesinin önüne geçebilecek gücüm vardı. Ama böyle bir
şey yapmamın sınırdaki diğer askerlere haksızlık oluşturacağını düşünerek ona
üstü kapalı bu isteğini yerine getiremeyeceğimi söyledim. Daha sonra, ben
emekli oldum. Aziz de sınır köylerinden birine gönderildi.
Hayatım
boyunca huysuz bir insan oldum. Mutlu olmayı hiçbir zaman başaramadım. İçinde bulunduğum
durum bir girdaptı. Bazen, beni bu çukurdan kurtarmak isteyenler çıkıyordu. Onların
el uzatmasıyla bu ruhsal çöküntünün önüne geçmeye çalışıyordum. Fakat çabalarım
ancak benim bu bataklığa daha çok batmama sebep oluyordu. Bir zaman sonra bana
el uzatmaya çalışanları hoşgörüsüz ve gaddarca reddetmekten çekinmez hale
geldim. Bu nedenle, etrafımda kimse kalmadı. Tüm arkadaşlarım beni terk etti.
Hep benim aksi bir insan olmamdan şikayetçi oldular, onlar şikayet ettikçe de
ben neden böyleyim diye düşünmekten her an ölüm acıları çekiyor, her an kendimi
öldürüyordum. Fakat ne yaparsam yapayım aksiliğimin önüne geçemiyor, bu ruh
halinden sıyrılamıyor, arkadaşlarımı kaybetmenin hüznüyle hayatıma devam
ediyordum. Hüzünleniyor, hüzünlendikçe daha da hüzünleniyor daha da
sinirleniyordum. Hayat bir kısır döngüye girmişti. Psikolog yardımı almamı
tavsiye edenler oldu. Bipolar olabileceğim
üzerine yoğunlaşıyorlardı fakat bunu söyleyenlere şiddetle karşı çıkıyordum.
Hayatta hiçbir şeyden zevk almıyor, hiçbir şeye ilgi duymuyor, hiçbir şeyi
düşünmek dahi istemiyordum. Aslında bipolardım. Hayır, değildim. Tam olarak da
buydu işte bipolar bozukluk. Kısaca duygusal dengesizlik.
Emekli olduğum günden bu yana yirmi sene
geçti. O günden bu yana Aziz’le irtibatımız hiç kesilmedi. Ben bu süreçte önce
kendimi sonra tüm varlığım olan eşimi ve çocuklarımı ve daha sonra tekrar
kendimi öldürdüm. Çekilmez bir insandım. Hatta insan mıydım ona bile şu an
verebileceğim net bir cevabım yok. Harp okulu yıllarımla beraber otuz dokuz yıl
orduda görev yaptım. Otuz dokuz yıldan bana kalan tek dost Aziz’di. Hiç kimse
beni sevmezdi. Yüzümün sirke satmasına alışsalar da ettiğim hakaretlere,
aşağılamalara dayanamıyordu kimse. Her gün sinirli ve mutsuzdum. Fakat, bunun
sebebini ben bile bilmiyordum. Mutsuzluk artık benim karakterim olmuş, adeta
benimle bütünleşmişti. Bir zaman sonra neden mutsuz ve sinirli olduğumu
düşünmeyi bıraktım. Sabah kalkmamla mutsuz bir gün başlıyordu benim için. Akşam
yatmadan önce de kendimi öldürüyordum. Her geçen gün yaşlanıyordum ve zamanla
vücudumda sancılı hastalıklar nüksetmeye başlamıştı. Ben de sağlık durumumu
bahane ederek emekliye ayrıldım. Amiri olduğum karakolda hiç kimse ordudan
ayrıldığıma üzülmedi. Hatta, daha sonra aldığım haberlere göre arkamdan kutlama
yapanlar bile olmuş. Emekliye ayrıldığım gün odama gelip benimle vedalaşan,
helallik isteyen, beni özleyeceğini söyleyen, iyi niyetlerde bulunan, tek
elveda diyen Aziz’di.
Emekli
olduktan üç yıl sonra eşimi ve çocuklarımı trafik kazasında kaybettim. Çok acı
değil mi? Daha acı olan bir şey var. Ne kadar huysuz birisi olsam da hayattaki
en büyük şansım olarak gördüğüm eşimin ve bana en büyük hediyesi olan iki
çocuğumun isteklerini asla reddedemezdim. Birçok kez bu sancılı zamanlara daha
fazla dayanamayacağımı düşünmüş, intihar denemelerinde bulunmuştum. Albaylık
zamanlarımdan kalma bir beylik tabancam vardı. İşlemeli kabzasıyla parlak
kahverengi güzel bir tabancaydı. Haftada bir kez temizlemek için dedemin ceviz
ağacından yapıp bana hediye ettiği sandıktan çıkartır ve her çıkarttığımda
temizledikten sonra kafama sıkmayı ve bu çekilmez hayatı sonlandırmayı
düşünüyordum. Fakat, her seferinde tetikte çocuklarımın ve eşimin tenini
hisseder son hamleyi yapamazdım. Ailem benim en değerli varlığımdı. Emekli olduğum
zaman devletim uzun yıllar orduya hizmet etmem hasebiyle verdiği emekli
ikramiyesiyle çocuklarımın isteği üzerine bir sahil kasabasında müstakil bir
yazlık almıştım. Eşim bu kasabayı çok seviyordu. Yaz geldiğinde buraya gider üç
ay gelmezdik. Deniz ailemizin önüne serilir, kasabanın temiz havası saadetimizi
tetiklerdi. Her yıl haziranın ilk haftası giderdik yazlığa. O yaz çocukların okulu erken bitmişti. Mayısın
on beşi henüz gelmişti. Fakat eşim o sene yazlığa erken gitmemiz konusunda
ısrarcı olmuştu. Eşimin ısrarlarına dayanamayıp ailecek yola çıktık. Arabayı
ben kullanıyordum. Yolda incir çekirdeği bir meseleden sinirlerime hakim
olamamıştım. Keskin bir viraj çıkmıştı önüme. Ne olduğunu anlayamadan kendimi
içinden dumanlar yükselen hurda yığınının içinde buldum. O hurda yığınından sadece ben sağ çıktım.
Evet, eşimi ve çocuklarımı ben öldürdüm. Ama o güne kadar kendini defalarca kez
öldüren ben ilk kez ölümden kurtulmuştum. Fakat, o kazadan sonra yaşadığım
acılar keşke ben de ölseydim dedirtecek cinstendi. Çünkü, bir kez ölümden kurtulmuştum
ama çocuklarımın sesini duymadığım ve yatağıma yattığımda sağ tarafımı boş
bulduğum her gün benim için ölümdü. Her akşam saat sekizde Aziz arar halimi
hatrımı sorardı. O zamanlar o Kayseri’deydi ben ise İstanbul’da müstakil bir ev
tutmuştum. Yılda bir ziyaretime gelir birkaç gün misafirim olduktan sonra geri
dönerdi. Hatta son iki yıldır fırsat bulup gelememiş ona rağmen telefonla
aramayı ihmal etmemişti.
Emekli
olduğumdan bu yana yıllar geçmişti. Ordunun disipliner düzeninden tamamen
sıyrılmış, askeri üniformalar içine sakladığım hatıralarımı bile naftalin
kokusuna emanet etmiştim. Hafızam git gide zayıflamış, sakal tıraşını eksik
etmediğim otuz dokuz yıllık serüveni bile bazen unutur hale gelmiştim.
Huysuzluğumun eşyalara sindiği müstakil evimde domates, biber yetiştiriyor
kendimi can sıkıntısından kurtarmak için yavru kedilere bakıyor, onlarla
muhabbet ediyordum. Gün içerisinde askeri hayatımın aklıma geldiği tek an
Aziz’in telefonunu açtığımda ‘Merhaba albayım!’ sözünü işittiğim andı. Yine bir
gün, daha önceki her gün gibi bahçede yetiştirdiğim sebzelerden biraz toplamış
mutfağa doğru yönelecekken telefonun sesini duydum içerden. Saate baktım
sekizdi. Belli, Aziz arıyordu. Açtım telefonu, Aziz değildi. Hastahaneden
arıyordu arayan, ama arayan kadının sesi iyi gelmiyordu. İyi şeyler olmadığını
anlamıştım. Fakat, benim kimsem yoktu ki! Yanlış numara olmasından ümitlenerek
arayan kadına ‘Buyurun kimi aramıştınız?’ dedim.
Aziz öldü. İki
yıldır yanıma gelemediği için işinden izin alıp ailesiyle beraber benim
ziyaretime gelirken kaza geçirmiş. Ailesinden sadece arka koltukta oynayan üç
yaşındaki kızı Ayla kurtulabilmiş. Güzellikleri görmeyip, şükürsüz yaşadığım
bir hayat benim hayata tutunduğum son dalı da kırmıştı. İsyanlarla dolu
hayatımda kederim beni her gün öldürmüş, sinirle çıktığım yolda kontrolünü
sağlayamadığım araba eşime ve çocuklarıma mezar olmuş, hastalıklı tavırlarımdan
dolayı beni yalnız bırakamayan Aziz ise bana gelirken arkasında üç yaşında bir
yetim bırakarak bu dünyadan göçüp gitmişti. Bense sahip olduğum güzelliklerin
farkına varmış ve dünyayı anlamıştım fakat yaşım yetmiş beşti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder