31 Mart 2017 Cuma

İsyan Ediyor Gülüşün

Gözlerin,
Hayata tutunmuş yetim yerlerinden.
Ne zaman okşasam göz kapaklarını,
İsyan ediyor gülüşün.
Yankı yankı büyüyor içimde aldığın nefesler.
Güvercinler salıyorum omuzlarına.
Esaretin yaşanmadığı yerlere gidiyorum.
Gülüşün tutsaklıktır bilirim.
Ben,
Hapsolmamak için sevda zindanına,
Bu şehirden kaçarım.
İller değiştirir, iller yakarım.
Kaybolmamak için bu diyarda,
Geçtiğin yollarda şiirler okurum.
Yokluğunda ben oldum tüm yokuşların sahibi,
Ben oldum bu şehrin denizlere esen ahlat serinliği.
Dileklerin kuzey yıldızı,
Ormanların tüfeksiz sahibi,
İnsansız sokakların insanlı tarihi,
Esir şehrin mezarlık bekçisi,
Ve hasretin semada yankılanan sesi,
Ben oldum.
Sen gelsen,
Dağılır dağ başlarındaki sis.
Gözlerinin pusu ardındaki cevher göklerde parlar.
Noktasız şiirler yazarım ben.
Sonuna da kafiye diye seni koyarım.
Sana kıyabilsem,
Harabeler içinden gökdelenler çıkartır,
Göğe bakan saraylar yaparım.
Sensiz olabilsem,
Gözyaşlarımı okyanuslarda saklarım.

3 Mart 2017 Cuma

ALBAYIN ÖLÜMÜ

                      Siz hiç öldünüz mü? Ben birkaç kez öldüm. Hem de kendi kendimi öldürdüm. Gözümün yaşına bakmadan, acımasızca öldürdüm kendimi. Çaresiz kaldım, öldürdüm; ümitsiz kaldım, öldürdüm; sevdim, öldürdüm; sevilmedim, öldürdüm. Etrafımda hiç kimse kalmayınca anladım öldüğümü. Mezar taşı gibi sessiz ve hüzünlüydü duruşum. Sanki, bir kefene sarılmış bırakılmıştım dünyanın orta yerine. Ziyaretime gelen yoktu. Ara ara telefon edip sağlığımın sıhhatimin durumunu soran son kişiyi de bu sabah koydum toprağın altına. Evet, onu da ben öldürdüm. Aziz’le albaylıktan emekli olmadan bir yıl önce tanışmıştım. Köyünden ilk kez askere diye çıkmış, saf bir Anadolu delikanlısıydı. Uzun boylu, yapılı yaman biriydi. Ondaki hüsnüniyeti gördüm de emir erim yaptım onu. Bir yıl sonra emekli olacağım gün yanıma gelip:
           ­­- ‘’Komutanım! Siz gidince beni sınır karakoluna göndereceklermiş. Korku yok içimde ama, geride bir annem var. Bana bir şey olursa ne yapar o?’’ demişti.
          O zamanlar sınır karışıktı. Şehir merkezlerindeki kargaşa sınırlara taşmıştı. Bir askerimin sınıra gönderilmesinin önüne geçebilecek gücüm vardı. Ama böyle bir şey yapmamın sınırdaki diğer askerlere haksızlık oluşturacağını düşünerek ona üstü kapalı bu isteğini yerine getiremeyeceğimi söyledim. Daha sonra, ben emekli oldum. Aziz de sınır köylerinden birine gönderildi.
        Hayatım boyunca huysuz bir insan oldum. Mutlu olmayı hiçbir zaman başaramadım. İçinde bulunduğum durum bir girdaptı. Bazen, beni bu çukurdan kurtarmak isteyenler çıkıyordu. Onların el uzatmasıyla bu ruhsal çöküntünün önüne geçmeye çalışıyordum. Fakat çabalarım ancak benim bu bataklığa daha çok batmama sebep oluyordu. Bir zaman sonra bana el uzatmaya çalışanları hoşgörüsüz ve gaddarca reddetmekten çekinmez hale geldim. Bu nedenle, etrafımda kimse kalmadı. Tüm arkadaşlarım beni terk etti. Hep benim aksi bir insan olmamdan şikayetçi oldular, onlar şikayet ettikçe de ben neden böyleyim diye düşünmekten her an ölüm acıları çekiyor, her an kendimi öldürüyordum. Fakat ne yaparsam yapayım aksiliğimin önüne geçemiyor, bu ruh halinden sıyrılamıyor, arkadaşlarımı kaybetmenin hüznüyle hayatıma devam ediyordum. Hüzünleniyor, hüzünlendikçe daha da hüzünleniyor daha da sinirleniyordum. Hayat bir kısır döngüye girmişti. Psikolog yardımı almamı tavsiye edenler oldu.  Bipolar olabileceğim üzerine yoğunlaşıyorlardı fakat bunu söyleyenlere şiddetle karşı çıkıyordum. Hayatta hiçbir şeyden zevk almıyor, hiçbir şeye ilgi duymuyor, hiçbir şeyi düşünmek dahi istemiyordum. Aslında bipolardım. Hayır, değildim. Tam olarak da buydu işte bipolar bozukluk. Kısaca duygusal dengesizlik.
           Emekli olduğum günden bu yana yirmi sene geçti. O günden bu yana Aziz’le irtibatımız hiç kesilmedi. Ben bu süreçte önce kendimi sonra tüm varlığım olan eşimi ve çocuklarımı ve daha sonra tekrar kendimi öldürdüm. Çekilmez bir insandım. Hatta insan mıydım ona bile şu an verebileceğim net bir cevabım yok. Harp okulu yıllarımla beraber otuz dokuz yıl orduda görev yaptım. Otuz dokuz yıldan bana kalan tek dost Aziz’di. Hiç kimse beni sevmezdi. Yüzümün sirke satmasına alışsalar da ettiğim hakaretlere, aşağılamalara dayanamıyordu kimse. Her gün sinirli ve mutsuzdum. Fakat, bunun sebebini ben bile bilmiyordum. Mutsuzluk artık benim karakterim olmuş, adeta benimle bütünleşmişti. Bir zaman sonra neden mutsuz ve sinirli olduğumu düşünmeyi bıraktım. Sabah kalkmamla mutsuz bir gün başlıyordu benim için. Akşam yatmadan önce de kendimi öldürüyordum. Her geçen gün yaşlanıyordum ve zamanla vücudumda sancılı hastalıklar nüksetmeye başlamıştı. Ben de sağlık durumumu bahane ederek emekliye ayrıldım. Amiri olduğum karakolda hiç kimse ordudan ayrıldığıma üzülmedi. Hatta, daha sonra aldığım haberlere göre arkamdan kutlama yapanlar bile olmuş. Emekliye ayrıldığım gün odama gelip benimle vedalaşan, helallik isteyen, beni özleyeceğini söyleyen, iyi niyetlerde bulunan, tek elveda diyen Aziz’di.
         Emekli olduktan üç yıl sonra eşimi ve çocuklarımı trafik kazasında kaybettim. Çok acı değil mi? Daha acı olan bir şey var. Ne kadar huysuz birisi olsam da hayattaki en büyük şansım olarak gördüğüm eşimin ve bana en büyük hediyesi olan iki çocuğumun isteklerini asla reddedemezdim. Birçok kez bu sancılı zamanlara daha fazla dayanamayacağımı düşünmüş, intihar denemelerinde bulunmuştum. Albaylık zamanlarımdan kalma bir beylik tabancam vardı. İşlemeli kabzasıyla parlak kahverengi güzel bir tabancaydı. Haftada bir kez temizlemek için dedemin ceviz ağacından yapıp bana hediye ettiği sandıktan çıkartır ve her çıkarttığımda temizledikten sonra kafama sıkmayı ve bu çekilmez hayatı sonlandırmayı düşünüyordum. Fakat, her seferinde tetikte çocuklarımın ve eşimin tenini hisseder son hamleyi yapamazdım. Ailem benim en değerli varlığımdı. Emekli olduğum zaman devletim uzun yıllar orduya hizmet etmem hasebiyle verdiği emekli ikramiyesiyle çocuklarımın isteği üzerine bir sahil kasabasında müstakil bir yazlık almıştım. Eşim bu kasabayı çok seviyordu. Yaz geldiğinde buraya gider üç ay gelmezdik. Deniz ailemizin önüne serilir, kasabanın temiz havası saadetimizi tetiklerdi. Her yıl haziranın ilk haftası giderdik yazlığa.  O yaz çocukların okulu erken bitmişti. Mayısın on beşi henüz gelmişti. Fakat eşim o sene yazlığa erken gitmemiz konusunda ısrarcı olmuştu. Eşimin ısrarlarına dayanamayıp ailecek yola çıktık. Arabayı ben kullanıyordum. Yolda incir çekirdeği bir meseleden sinirlerime hakim olamamıştım. Keskin bir viraj çıkmıştı önüme. Ne olduğunu anlayamadan kendimi içinden dumanlar yükselen hurda yığınının içinde buldum.  O hurda yığınından sadece ben sağ çıktım. Evet, eşimi ve çocuklarımı ben öldürdüm. Ama o güne kadar kendini defalarca kez öldüren ben ilk kez ölümden kurtulmuştum. Fakat, o kazadan sonra yaşadığım acılar keşke ben de ölseydim dedirtecek cinstendi. Çünkü, bir kez ölümden kurtulmuştum ama çocuklarımın sesini duymadığım ve yatağıma yattığımda sağ tarafımı boş bulduğum her gün benim için ölümdü. Her akşam saat sekizde Aziz arar halimi hatrımı sorardı. O zamanlar o Kayseri’deydi ben ise İstanbul’da müstakil bir ev tutmuştum. Yılda bir ziyaretime gelir birkaç gün misafirim olduktan sonra geri dönerdi. Hatta son iki yıldır fırsat bulup gelememiş ona rağmen telefonla aramayı ihmal etmemişti.
          Emekli olduğumdan bu yana yıllar geçmişti. Ordunun disipliner düzeninden tamamen sıyrılmış, askeri üniformalar içine sakladığım hatıralarımı bile naftalin kokusuna emanet etmiştim. Hafızam git gide zayıflamış, sakal tıraşını eksik etmediğim otuz dokuz yıllık serüveni bile bazen unutur hale gelmiştim. Huysuzluğumun eşyalara sindiği müstakil evimde domates, biber yetiştiriyor kendimi can sıkıntısından kurtarmak için yavru kedilere bakıyor, onlarla muhabbet ediyordum. Gün içerisinde askeri hayatımın aklıma geldiği tek an Aziz’in telefonunu açtığımda ‘Merhaba albayım!’ sözünü işittiğim andı. Yine bir gün, daha önceki her gün gibi bahçede yetiştirdiğim sebzelerden biraz toplamış mutfağa doğru yönelecekken telefonun sesini duydum içerden. Saate baktım sekizdi. Belli, Aziz arıyordu. Açtım telefonu, Aziz değildi. Hastahaneden arıyordu arayan, ama arayan kadının sesi iyi gelmiyordu. İyi şeyler olmadığını anlamıştım. Fakat, benim kimsem yoktu ki! Yanlış numara olmasından ümitlenerek arayan kadına ‘Buyurun kimi aramıştınız?’ dedim.
           Aziz öldü. İki yıldır yanıma gelemediği için işinden izin alıp ailesiyle beraber benim ziyaretime gelirken kaza geçirmiş. Ailesinden sadece arka koltukta oynayan üç yaşındaki kızı Ayla kurtulabilmiş. Güzellikleri görmeyip, şükürsüz yaşadığım bir hayat benim hayata tutunduğum son dalı da kırmıştı. İsyanlarla dolu hayatımda kederim beni her gün öldürmüş, sinirle çıktığım yolda kontrolünü sağlayamadığım araba eşime ve çocuklarıma mezar olmuş, hastalıklı tavırlarımdan dolayı beni yalnız bırakamayan Aziz ise bana gelirken arkasında üç yaşında bir yetim bırakarak bu dünyadan göçüp gitmişti. Bense sahip olduğum güzelliklerin farkına varmış ve dünyayı anlamıştım fakat yaşım yetmiş beşti.

1 Mart 2017 Çarşamba

Ali Ural'dan...

Sevgili Dost,
Senden şikayet var.
Sana ne deniliyorsa onu yapacak, gerginliği tırmandırmayacaksın. Her şey yolundaymış gibi davranacak otobüste ayağına basıldığında, kim diye bakmayacaksın. Özür dilemiyor mu? Olsun. ‘’Dikkat edin!’’ gibi aşırı sözler sarf etmeyeceksin. Lokantaya mı gittin, menüde ne varsa onu isteyecek, canının çektiğini söyleyip can sıkmayacaksın. Dolu yağarken, ‘’Hava ne güzel!’’ derlerse gülümseyerek başını sallayacak, elbise alırken, ille de bir beden küçüğü diye ısrar etmeyeceksin. ‘’Böyle daha zengin olduğunu,’’ dostum sen de anlayacaksın. Gazinoya gittiğinde assolist ne söylerse onu dinleyeceksin. İstediğin şarkıyı kağıda yazıp ortamı germeyeceksin. Kasap, kaşla göz arasında yağı kıyma makinasına mı dolduruyor, ‘’Ne yapıyorsun?’’ diye asla bağırmayacak, kasabı heyecanlandırıp elini kıyma makinesine kaptırmasına sebep olmayacaksın. Dolmuş şoförü buruşuk paranı kabul etmezse hemen gıcırını verecek, sana verdiği eksik para üstünü hoş karşılayacaksın. Yolculukta seyahat ettiğin koltuğun bir başkasına da satılmış olması yüzünden, tansiyonunu yükseltip diğer yolcuları huzursuz etmeyeceksin. Paylaşmanın önemini hatırlayıp koltuğunu terk edeceksin. Aldıktan birkaç gün sonra topuğu fırlayan ayakkabın için hemen sokağa fırlamayacaksın. Kendin tamir edemiyorsan, üç beş kuruş verip krizi atlatacaksın. ‘’İki gün önce almıştım ne çürük mal,’’ gibi sözleri asla ağzına almayacaksın. On beş senedir devam eden kooperatif inşaatı yüzünden sinirlerini yıpratmayacak soranlara ‘’Geç olsun ama güç olmasın’’ diyeceksin. Gemi batarken panik yapmayacaksın. Bazılarının filikalara önce binip gemiden ayrılması yüzünden, ‘’Filikaya beni de alın,’’ şeklinde dayatmayacaksın. Hüsnüzanda bulunup herkese yetecek kadar filika olduğunu, ya da geminin batmayacak kadar güçlü olduğunu düşüneceksin. Varsın türkü söyle desinler sana; teller gerilir diye, sazını akort etmeyeceksin. Senden öncekilere olanlar tedirgin etmesin seni; senden sonrakileri tedirgin edeceksin. İçinde rengarenk fişekler patlasa da gözlerinden taşmasına izin vermeyeceksin.
(Posta Kutusundaki Mızıka/A. Ali Ural/Şule Yayınları/83. Baskı/ Sayfa 161)


Bu satırlar birçoğunuza kişinin kendini kandırma yolları olarak gelebilir. Bana göre değerli yazar Ali Ural ‘Sevgili Dost’ları olarak gördüğü bizlere ‘Sevgili Dost’ olabilmenin yollarını saymış. Sadece arkadaşlarımıza karşı dost olmak değil bu. En başta kendimize ve dünyaya karşı dost olmak.

Ali Ural’ın yaptığı aslında bir ütopya tasviri. Alıntıdaki tüm tavsiyelere uyan insanlarla dolu bir toplum düşünün. Bu toplumda herkes herkese karşı hoşgörü ve hüsnüniyet sahibi olsun. Yardımlaşmak en büyük erdem, şikayet etmek en büyük kötülük olsun. Sinirli insanlar bir suç işlemişcesine sinirleri oranında cezalar alsın. Psikiyatri poliklinikleri hastanelerde değil hapishanelerde olsun. Çünkü özgür toplumda mutsuz insanlara rastlamak mümkün olmasın. Yüzü asık dolaşmak yasaklansın ve gülümsemek anane haline gelsin. Hatta devlet başkanları bile en mutlu kişilerden seçilsin ve mutlu olmayanların oy hakkı olmasın. Okullarda matematik, coğrafya dersleri kaldırılsın, müfredatta ‘Mutlu Sayılar, Mutlu Coğrafya’ dersleri yer alsın. En mutlu öğrenciler sınıftan geçerken, mutsuzlar bütünlemelerle, yaz okullarıyla uğraşsın.

-Ali Ural’ın tabiriyle- Sevgili Dost,

Ütopyamı nasıl buldun?

Tutunamayanlar'dan Bir Kesit

Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terk eden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir kademe bir rütbe bir sınıf yukarıda olanlar, yani şekilsiz hüviyetlerle daima vuran ve kaçınabilenler, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir mertebe terfi edince ezenler, yani çırağını, bir şeyler öğretmesine karşılık her zaman döven ve ona insan muamelesi yapmayan ustalar, muavininin başına vuran şoförler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir parça fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek isteyen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla aralarında aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı çıkaracak bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgi ile uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar… karşımıza oturacaklar.

   Ve biz onlara diyeceğiz ki:
    Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnızca din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizlerden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakarlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlatmak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik; savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes bir şeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle, hep sizler için bir şeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken de bir takım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böyleye bugüne kadar iyi kötü geldik. Bize, sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.

     Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkların kendilerini savunmalarına izin verilmedi. Gereği düşünüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oy birliği ile karar verildi. (Oğuz Atay/ Tutunamayanlar/ İletişim Yayınları/ 81. Baskı/ Sayfa 223)

19 Şubat 2017 Pazar

‘’Çoklukla övünmek, sizi kabirleri ziyaret edene dek oyaladı.’’ (Tekasür Suresi/1)

‘’Çoklukla övünmek, sizi kabirleri ziyaret edene dek oyaladı.’’ (Tekasür Suresi/1)


Ömrünüz boyunca malın, paranın, çocuklarınızın, sağlığınızın, ilimin, hüsnüniyetin, tevazunun, ağırbaşlılığın çokluğuyla övünüyorsunuz. Kabre girdiğiniz anda anlıyorsunuz ne kadar yalnız olduğunuzu. Hani her şeyin çokluğuyla övünüyorsunuz da asla bitmeyecek gibi gelen şeylerin bitmesi size derin bir elem veriyor ya, aslında bitmeyen ve ebediyet ölçüsünde değerlendirilebilecek tek şeyin Yaradan olduğunu idrak ettiğinizde vazgeçeceksiniz varlıktan. Yokluk, sizin benliğinizi oluşturacak. Asıl ilme, tevazuya, hüsnüniyete kendinizi çok olarak değil de yok olarak gördüğünüzde ulaşacaksınız. Zira, çocuklarınızın çokluğu içlerinden bir tanesinin bile mezarınızı ziyarete gelmediği zaman size hiç de övünülecek bir şey olmadığını gösterecek. Mezarınız, hiç olmadığı kadar soğuk ve dar olacak, karanlık olacak. İşte o zaman anlayacaksınız seneler boyu kendinizden geçercesine çalışıp aldığınız 135 metrekare evinizin ne kadar değersiz olduğunu. Çünkü, israf derecesinde tüm odalarını aydınlattığınız, kışın sıcak, yazın ise serinliğiyle övündüğünüz evinizden size kalan yalnızca 2 metrekare mezar olacak. Lüks yaşamak istiyorum, güzel kıyafetler almak istiyorum diyecek, belki de aylarca çalışacak çocuğunuzun, ailenizin rızkını yeni moda ayakkabılara yatıracaksınız. Modaya uygun kıyafetleriniz ve ayakkabılarınızın çokluğuyla övüneceksiniz. Fakat, bunca bolluktan da size kalan yalnızca 5 metre  kefen olacak. Yardım kampanyalarına katılacak, her cuma günü toplanan yardımlara üç beş kuruş da siz katacaksınız. Yardımseverliğinizle övünecek, sosyetede adınızın ‘cömert’ olarak anılması sizi son derece tatmin edecek, böbürleneceksiniz. Topluluklara yaptığınınız konuşmaların konusu ‘Cömert Olmak’ olacak belki de ve dünyadaki yardımsever insanların çokluğuyla övüneceksiniz. Fakat, karşınıza çıkıp tüm sevimliliğiyle bir ekmek parası isteyen küçük bir çocuğa tokat atacak, onu aşağılayacak kadar seviyesizleşecek, çirkinleşeceksiniz. Kabirdeki soğuk gecelerinizde, aslında övündüğünüz cömertliğinizin bir yalandan ibaret olduğunu, yıllar boyu kendinizi ve etrafınızdakileri nasıl kandırdığınızı, çokluğuyla övündüğünüz yardımsever insanların aslında ne kadar büyük bir yokluğun parçası olduğunu anlayacaksınız. Hayatınız maddi beklentilerde bulunma ve bu amaçlara ulaşma çabasıyla geçip giderken asıl övünülecek şeyleri kaçıracaksınız. Bu dünyada çokluğuyla asıl övünülmesi gereken şeyin sevgi olduğunu anlayamadan, sevgisiz bir dünyaya gözlerinizi yumacaksınız. Çokluğuyla övündüğünüz şeyler nasıl kocaman bir yokluğun parçasıysa; çokluğunu hiçbir zaman fark etmediğiniz sevgi, içinizde ebedi bir boşluk, sonsuz bir yokluk oluşturacak.  Mezarınızın başında gözyaşı döken sevdiğinizi görünce asıl varlığın sevgi olduğunu anlayacaksınız fakat mezarınız tek kişilik olacak ve sevdiğiniz sizi yalnızca dualarıyla sevebilecek…

Enes Uygun

1 Şubat 2017 Çarşamba

Bir Öykü Kahramanının Son Sözleri

Bu mektup, yazdığım bir öykü kahramanının son sözleridir. Kendinizi bu kahramanın yerine koymanızı istiyorum. Hissettiğiniz duyguları bana iletmeniz dileğiyle sevgiyle kalın...

Gece, yine zehir gibi doldu içime. O kadar çok acıyor ki içim, yaşadığım her ana lanet ediyorum. Her saniye yüreğime batan bir iğne. Üstelik telefonuma gelecek bir mesaja hasret de değilim artık. Çünkü heyecan, benim için haftalar önce geçilmiş bir şehir. Üstelik artık yolumun sonunda güzellik olacağına olan inancım da yok. Çünkü güzellik, gözyaşıyla sulanan bir çiçek değildir. Gözyaşı, ancak güzellikleri çürüten bir zehir olabilir. Fakat bu zehir içtikten üç beş dakika sonra sizi öldürebilecek bir şey degil. Uzun bir periyotta dayanılmaz acılar çektiren, birden değil zamanla sizi öldüren bir zehir. Üstelik ben bu zehri her gece başımı yastığa koyduğumda içiyor ve sabahlara olan inancımı yitiriyorum. Çünkü, artık biliyorum ki gecenin arkası sabah; kışın arkası yaz degildir. Defalarca kez terk edildim. Sevgiyi defalarca kez yaraladılar. Aylar geçti hala kanaması durmadı. Üstelik yaralayanlar, defalarca kez gelip tekrar tekrar darbe vurdular. Artık yaralarımın kabuk tutmasını beklemiyorum. Çünkü, biliyorum ki buna fırsat vermeyecekler ve yeniden, yeniden yaralanacağım. Içimdeki sancı ateşlerde yanmaya hasret ettirecek cinsten. Aklıma düşen bir renk, gözlerimi doldurmaya yetiyor. Denize, gökyüzüne bakamıyorum onu görmemek için. Uyku, en son ne zaman benimle yattı bilmiyorum. Zamanım rüya görmemek için uykuya direnmekle geçiyor. Çünkü uyuduğumda onu göreceğimi biliyorum. Hayattaki tek umudum şu yazdığım satırlardı. Fakat, artık bu satırların size ulaşıp ulaşamayacağı konusunda da ümidim yok. Sevgili dostlar, yeryüzünü sevgi kurtaracak. Ama, sevilmeyenler ebediyen bu durumu engellemeye çalışacaklar. Ben ikinci grup insanlar arasında kaldım. Üstelik çok da uykum var artık. Ebediyen uyumak üzere... Elveda.

11 Ocak 2017 Çarşamba

GEÇİP GİDİYOR ZAMAN

GEÇİP GİDİYOR ZAMAN

Geçip gidiyor zaman
Mazi, atiyi kırbaçladıkça anılarım kanıyor
İçimde esen rüzgarlar var
Güzel anlarımı sıkıştırdığım fotoğrafları bir oraya bir buraya savuruyor

En çok babamı anlıyorum şimdi
O pos bıyıklı delikanlı ne de çabuk yaşlandı
Zaman haince saldırıyor günlere
İzinsiz alıyor benden dakikaları
Oysa ben daha yeni kumbaramda biriktirmiştim zamanı

Sus şimdi
Dinle saatin sesini
Akrep uygun adım ilerliyor zamanda
Saniyeler nizami atıyor adımlarını dakikalara
Sonra saatler
Saatler günleri kucaklarken ne kadar çok anı biriktirmişiz küçücük dünyamızda?
Yarin yüzüne bakamazken utancımızdan
Gökyüzüne kaç kere bakmışız?

Enes Uygun

7 Ocak 2017 Cumartesi

Hayali Aşk

Hayali Aşk

Kumdan kaleler yapmalıydık
Sen prenses olmalıydın içinde
Bense gelip seni kurtarmalıydım

Bezden bebekler yapmalıydık
İstersen kız olurdu istersen erkek
Kız olursa gülüşünü sen
Erkek olursa duruşunu benden almalıydı

Sonra ölümlü dünyalar resmetmeliydik kağıtlara
Kin ve nefretin olmadığı
Kimsenin sevgisiz kalmadığı
Fakirle zenginin, güzelle çirkinin birbirini sevebildiği
Ütopyalar oluşturmalıydık

Aşkımızı yazmalıydı şiirler
Şairler adımızı duyunca kaleme sarılmalı
Yazarlar günler geceler boyu bizi anlatmalıydı
Gözlerin destan olmalı
Sevdam dilden dile aktarılmalıydı

Geceler,
Sensiz olunca yıl olmalı
Senle geçince bir göz kırpışına saklanmalıydı
Hayatıma sığdırdığım bir sen
Sana sığdırdığım bir hayat olmalıydı

Gündüzler,
Güneşin senin için doğduğu aydınlıklar olmalıydı
Batarken ağlamalıydı güneş seni göremeyeceği için

Ay,
Mutlu olmalıydı yüzünü görünce
Biraz da kıskanmalıydı ondan güzel olduğun için
Artık ışığını güneşten degil senden almalıydı

Çiçekler senin için açmalı
Meyveler senin için olgunlaşmalıydı
Benim bedeni büyük yüreği çocuk yarim
Gözyaşının düştüğü topraklarda gökkuşağı çıkmalıydı

Enes Uygun





Hisli ve Kasvetli Bir Bekleyiş

HİSLİ VE KASVETLİ BİR BEKLEYİŞ

Dışarıda kar
Ve benim içimde soğuk bir sevda var
Şimdi dönsen de ısıtsa içimi bakışların
Sıcacık yüreğinde bir yer ayırsan da
Bir ömür misafir olsam sana

Benim yıllardır baktığım gökyüzü mü?
Bu maviliğe mi aldandım ben gözlerin varken?
Denizler analar gibi açsa da bağrını
Kollarını açmanı bekliyorum ben

Üzerimde sarı bir yağmurluk
Ayağımda dizlerime kadar çizme var
Bir balıkçı sabrıyla gelmeni bekliyorum
Fotoğraf çeker gibi
Ya da resim çizer gibi
Renk renk aktarmak istiyorum gözlerindeki bakımsız maviyi

Günler, haftalar bekliyorum
Hisli ve kasvetli bir bekleyiş bu
Gecelerin gündüzleri, kışların yazları beklemediği kadar
Ben seni bekliyorum

Enes Uygun

11 Kasım 2016 Cuma

Adam yorgun argın işten eve dönmüş. Anahtarı cebinden çıkartmış ve usulca kapıyı açıp içeri girmiş. Kapının karşısındaki aynaya yapıştırılmış not gözüne çarpmış. Bakmış ki yazı karısının el yazısı. Notta 'Kocacığım hoşgeldin. Eminim bugün bizim için çok çalıştın çok yoruldun. Seni çok seviyorum' yazıyormuş. Allah Allah demiş adam. Usulca ceketini çıkartmış, terliklerini giymiş ve üzerini değiştirmek üzere yatak odasına yönelmiş. Yatak odasına girdiğinde yatağın üzerinde ütülenip katlanmış bir şekilde duran pijamaları duruyormuş. Üzerinde de bir not.. 'Canım kocam, uzun zamandır bu pijamalarını giymiyorsun. Bugün bunları  ütüledim. Eminim çok yakışıcaktır. Seni seviyorum.' Adam olanların şokunu atlatamadan mutfaktan küçük kızının sesini duymuş ve üzerini değiştirip mutfağa doğru yönelmiş. Mutfağa girdiğinde akşam yemeği için muhteşem bir masa hazırlandığını görmüş ve kızına bunca seyin nedenini sormuş. Kızı da başlamış anlatmaya... 'Bu sabah annem beni okula gitmem için uyandırdı. Sen gece geç saatlere kadar çalıştığın için geç yatıyorsun. Kahvaltıya uyanamadın. Ben okula giderken annem seni uyandırmamı istedi. Seni uyandırmak için seslendiğimde sesimi tanıyamadın. Uykunun verdiği ağırlıkla da hanımefendi ben evli bir adamım. Beni rahat bırakın lütfen diye sayıklıyordun. Annem de bu ana şahit oldu...'

Sadakat, sadece bir kadın için diğer bütün kadınlardan vazgeçmek değildir. Sadakat o bir çift gözün sahibini gördüğünüz anda ondan gayrı her şeyden, kendinizden, yaşadığınız hayattan hatta o hayatın sizi götürdüğü alemden bile vazgeçmektir. Yani cancağızım sadakat, bir çift göz uğruna iki cihandan vazgeçmektir.

Sevgiyle, Enes Uygun...

Bu Blogda Ara